1.12.2018

mad to be normal (2017)



bir deliler evi. içinde doktorlar ve hastalar birlikte yaşıyor. doktor laing ruhsal hastalara ilaç verilmesine şiddetle karşı olan, onların dinlenmesini isteyen ve istediklerinin verilmesini isteyen sıra dışı bir doktordur. bu ev öyle bir ev ki ; öncelikle ve tabi ki ayfer tunç'un bir deliler evinin yalan yanlış anlatılan kısa tarihi'ni çağrıştırdı hemen bana.
.
bu ev diyordum; içindeki hastaların bazen doktor, doktorların da hasta olduğu garip bir ev. güvercini frank'e şiir okuyan jim, kendini isa mesih sanan raymond, yüksek rahibe maria, beş yılda sıfırdan bir milyona ve oradan geriye doğru, milyondan sıfıra sayan john'un olduğu evlere şenlik bir ev.
.
hakkında hiç bir fikrim yokken dvd dükkanında sırf kapağına bakarak aldığım bu 'değişik' filmi sevdim. hiç sıkılmadan izledim.  izledikten sonra baktım. iskoç psikiyatrist ronald  david laing'in hayatından bir kesitmiş. böyle olunca tabi gerçeğine uydurmak gibi bir sorunumuz çıkıyor. bu da filmde kopukluklara yol açıyor. lakin yine de sıra dışı bir filmdi benim için.
.



22.08.2018

the guernsey literary and potato peel pie society (2018)




korkma. ada çok gürültülü. sesler ve tatlı esintiler hoşuna gider, incitmez. bazen binlerce enstrüman, bazen sesler kulağımda vızıldar. 


..
dostlar, romalılar, yurttaşlar hele bi'dinleyin!
asla iyi bir film anlatıcısı olamadım. film yazıcısı da değilim. lakin bu filmi olabildiğince güzel , mümkün olduğunca afili anlatmak istiyorum. izlemeyen kalmasın istiyorum. çünkü ve zira ben çok sevdim.
eminim dönem filmlerini sevenler çok sevecek. 
romantik filmleri sevenler de sevecek. 
inancım odur ki; dram filmlerini sevenler de sevecek. 
hele hele kitap kulubü grupları bu filmi baş tacı yapacaklardır.
o kadar diyeyim.

hikayemiz 2.dünya savaşının hemen ertesinde ingiltere'de küçük bir adada geçmektedir. savaş romanı yazarımız juliet hanım yeni roman hazırlıkları yaparken talih kuşu guernsey isimli küçük bir adadan gelir. savaş zamanı biraz da mecburiyetten kitap kulubü kuran ekibin bir üyesi hanım yazarımıza naif bir mektup yazar. sonra olaylar nasıl güzel gelişir, nasıl ince ince içinize işler, ruhunuza yayılır. izleyin ve görün.

lily james kızımız rolünün hakkın vermiş. sanki bu rolü ondan başkası oynasa sakil duracakmış. özel bir terziye, özenle diktirilmiş elbisenin bedenine cuk oturması gibi bu rol de ona çok yakışmış. çok.
sevimsiz nişanlısı mark efendi de şımarık, herkesi paramla döverim züppeliğini çok iyi sergilemiş. yalan yok şimdi. ama işte elin domuz yetiştiricisi böyle alır kızı elinden mark efendi! - ay spoylır oldu değil mi? canı cehenneme en güzel yerini söylemedim ki. finali çok güzeldi. ve ben çok güldüm. ama muzip ve sinsice değil. keyiflice. ve sevdim de.

bu film için daha ne söyleyebilirim ki, adada yaşama isteğimi daha da harlandıran (hatta mümkünse guernsey adası), sonunda ve filmin içinde bir çok yerde gülümseten, bazen hüzünlendiren ve bir sahnesinde neredeyse ağlatan (evet yalan değil yönetmen azıcık daha sıkıştırsaymış oyuncuları salya sümük ağlardım) bittiğinde yüzümde şapşal bir gülümseme hissettiğim (leon'cular alınmasın ama) hoş bir sevgi filmi.



7.08.2018

el baile de la victoria (2009)

olayları şili'nin başkenti santiago'da gelişen bir ispanyol masalı.
ağır ağır, ilmek ilmek içinize işliyor film. dedim ya masal tadında. küçük, önemsiz gibi görünen harika detaylar. görüntüler. bazı hüzünlendirip bazı neşelendiren anlar. misal; sağır sandığınız kızın (victoria) sokak çalgıcılarının müziği eşliğinde kent meydanında dansı, angel'in mecnun gibi sokaklarda atla dolaşması.


aslında sıradan başlayıp muhteşem devam edip hüzünlü biten film el baile de la victoria.
naif de bir film. biraz uzun sürüyor. ama izlediğinize değiyor. ispanyolların zaten kötü film yaptığını daha görmedim.



21.07.2018

klopka (2007)



- küçükken hayatı bir filmmiş gibi hayal ederdim. istediğin zaman durdurup geri sarabileceğin bir film. ve yeniden başlayabileceğin. canın nerden isterse...

ağır bir sırp filmi! tam bir dramatoloji. oğlunun ameliyat parası için cinayet teklif edilen adamın çaresizliği, bir ailenin adım adım dağılışı ve derin iç hesaplaşmalar..
pek fazla sürpriz yok. aksiyon yok. ama ve yine de oturup sakin sakin izliyorsunuz. böyle ağır ve kasvetli filmleri normalde sevmem. lakin bu filmi beğendim. derdini sevdim. görsellerini sevdim. kırmızı yeşil sarı ışıkta bir türlü gitmeyen arabayı sevdim.  kağıt uçağın döne döne aşağıya inişini sevdim. filmi diyorum, sevdim ben.

24.03.2018

ohayô (1959)



şirin bir japon filmi.
1959 yılında çekilmiş. filme ismini veren ohayô, günaydın demek.

filmin adı gibi kendisi de, konusu da sade. öyle aman aman bir iddiası, mesaj kaygısı yok.
japon kardeşlerimiz karakterleri gibi her türlü gösterişten uzak, yalın bir film çekmişler.

bu "hiç bir şey" vaad etmeyen ama çok şey anlatan sinema güzeli film öyle kolay alıyor ki sizi avucunun içine yerinizden kalkamıyorsunuz.
belki dili ve kültürü japon ama içindekiler evrensel hatta bizden. günlük yaşam içindeki basit, sıradan diyaloglar, olaylar çok tanıdık geliyor. bilhassa bana.

misal filmdeki küçük kardeşlerimiz çok şanslı. evde televizyonları olmadığı için komşularının evinde rahatlıkla izleyebiliyorlar. televizyonun mahallemize ilk geldiği seneleri hatırlıyorum. önce evinde tv olan bir komşumuzun penceresinden izlemek için karşılarındaki bir duvarın üzerine tüneyişimizi. sonra ve kaç defa o duvardan düşüp kafamızı gözümüzü patlattığımızı, ailelerimizin eve tv almak zorunda kalmalarını düşünüp gülüyorum şimdi kendi kendime.

geleneksel japonya'nın, batılılaşma ve tüketim çılgınlığı seline kapıldığı dönemlerde çekirdek bir aile ile bunların etrafındaki bir kaç ev ve insanın ekseninde gelişen gündelik olaylara oldukça naif ve temiz görüntülerle bakmış yönetmenimiz ozu.

"televizyon 100 milyon aptal yaratır" sözüyle de inceden bir selam çakmış bu 'şeytan icadına!'

yalnız japonlar da az dedikoducu değilmiş arkadaş. beni çok şaşırttılar.

ama her şeye rağmen ortamdaki huzur veren sessizlik ve sakinliğe hayran kaldım. keza görüntülerdeki dinginliğe ve geçişlerdeki ustalığa. ozu'nun izlediğim ilk filmiydi bu.
başka filmleri var mı bakacağım birazdan.

uzun lafın kısası; birisi kısaca bu filmi özetle dese ona şöyle derim :

kalamış'tan bir tatlı huzur almak, heybeli'de mehtaba çıkmak neyse ohayô izlemek de odur.
evet böyle.


15.03.2018

la casa de papel



henüz sezon bir, bölüm beşteyim.
prison break ve lost'tan beri beni böylesine heyecanlandıran ilk dizi.
hem de ispanyol. daha ne isterim.
hemen bitmesin isterim.
azar azar izlerim.
lakin merak da ederim.

ispanya kraliyet darphanesine soymaya kalkışan profesör ve ekibini tutarım elbet. yalan yok şimdi.
ama dedektif raquel'e ayrı sempati beslerim.
hani bir vakit hırsız polis dizimiz vardı. mavi ile çınar.
köşeyi dönsem ölüm. düz gitsem hayat.
şimdi işte bir acayip la casa de papel içindeyim.

sen imkansızsın!
sensizlik imkansız diye çığırmak isterim.
lostvari flashbacklerini beğenirim.
profesörün şansını zorlamasına sinirlenirim.
raquel'e üzülürüm.
tokyo'ya az biraz sakin ol derim. rio'ya çocuklaşma diye nasihat ederim.
ama en çok moskova'yı severim. berlin'e uyuz olurum.
nairobi'nin tez vakit çocuğuna kavuşmasını dilerim.
oslo ve helsinki'ye çekinserim. denver'a mesafeliyim.

son tahlilde gerilimi, aksiyonu ve dramı ile sarıp sarmalıyor
ne bedel istiyor ne hesap soruyor
bize de oturup bir güzel izlemek düşüyor

ha unutmadan şarkısına da ayrı meftun oldum.
kayıtlara geçsin lütfen.


final bölümüyle gelen edit : ciao bella hiç bir vakit böyle hüzünlü olmamıştı.



3.03.2018

mudbound (2017)



                               - dans edemiyorsam neden yürüyeyim ki?


az önce bitti film. ve izlerken dişlerimi o kadar sıkmışım ki sinirden ağrıdığını şimdi fark ediyorum.
böyle çarpıcı, sarsıcı ve zaman zaman sert bir film mudbound.

biri siyah, öteki beyaz iki aile ekseninde şekilleniyor.
ama ve aslında günümüzde hâlâ şöyle demokratiğiz, böyle insan haklarını savunuyoruz diye ortalıkta uluyan ve insanları katleden amerikan soytarıları ile ekürilerinin yaşatmış olduğu insanlık dışı dramı, insanlığın yüz karası ırkçılığı baz alan müthiş bir film.

görüntüler, hikaye geçişleri, carey mulligan'ın insanın içini ısıtan gülümsemesi ve ışıldayan gözleri, yine jamie rolünde garreth hedlund, florence da mary blige ve hap rolünde rob morgan olağanüstü oyunculuk çıkartmışlar.
çok anlamam bu işlerden ama bir kaç tane oskar ödülü rahatlıkla alacaklar gibi. ki hakları.
helali hoş olsun.



2.03.2018

forgotten (2017)



uzun, çok uzun zaman sonra izlediğim ilk kore filmi.

doğrusu bu kadar başarılı bulacağımı sanmıyordum. ilk dakikalardan itibaren içine alıyor film.
gizem, gerilim hiç eksik olmuyor. tempo düşmüyor.

öyle ki cinayet sahnesine kadar çok çok başarılı gidiyor senaryo. ilerleyen her karede beklenmedik ayrı bir detaya rastlıyorsunuz, hangisi gerçek hanisi rüya derken cinayet sahnesinde ritim bozuluyor. filmin kalbi tekliyor.

lakin işe; müthiş senaryo, gerilimi, dramı, gizemi dört dörtlük derken hani neredeyse komediye sıvamışlar cinayet sahnesini. kazarayla olan seri cinayeti ilk kez bir kore filminde görmek de varmış kader de.

oysa bir old boy, bir boş ev kadar sevmiştim filmi. ta ki o sakar cinayet sahnelerine gelince büyü bozuldu.

ha unutmadan, elemanımızın karakol aynasında 20 yaş birden yaşlandığı sahneyi çok sevdim.

bilmiyorum belki de ben çok evham yaptım o kadar başarılı kurguya daha anlamlı, mantıklı bir sahne yakışırdı diye düşündüm.

ama ve yine de 10/7 diyorum helalinden.

25.02.2018

molly's game (2017)



hikaye iyi. çünkü gerçek.
lakin biraz yorucu.
zira; ana karakter doğal olarak, kitabını da yazdığı hikayesini soluk almadan ve çok hızlı anlatıyor.
bu nedenle filmin genelinde görüntülü bir kitap okuyor hissine kapıldım. bu kimine göre iyi. kimine göre kötü sayılabilir.
bana göre.... dün gece izlemeye başladım. uykum gelince kapattım. sabah kaldığım yerden devam ettim..
işte böyle bir film..
.
filmden aklımda kalan iki müthiş sahne var;
ilki; her türlü piçliğine rağmen babanın yıllar sonra kızıyla barışma sahnesi. çok duygusaldı. -lanet olsun, amerikalılar bunu çok iyi yapıyor dostum!-

bir diğer sahne ise;  avukatın (idris elba), müvekkilinin hakkını savunurken savcılara kükrediği sahne.

ha unutmadan "sporda olabilecek en kötü şey nedir? ile başlayan uzun açılış monologu da bayağı iyiydi. hakkını yemeyelim şimdi..
.
son tahlilde; sakin kafa ile ve tek başına izlenebilecek dram-suç kategorisinde başarılı bir film molly's game.
.

17.02.2018

three billboards outside ebbing (2017)


amerika’yı, amerikalıları seversiniz sevmezsiniz bilemem. ben sevmem mesela. ama işte bazen süper işler yapıyor adamlar! three billboards outside ebbing de onlardan bir tanesi. 
yazan ve yönetimiz in bruges (2008) de ruhsat sahibi olan mr. mcdonagh.
uzun bir aradan sonra yine suç, yine dram ve yine kara mizah diyor.
iyi de diyor.
..
ana karakterimiz bayan mildred, inatçı, gözünü budaktan sakınmayan sert bir kadın. şiddet yanlısı kocasından ayrılmış, oğluyla yaşıyor. kızı bir sene önce tecavüz edilerek öldürülmüş. polis teşkilatı katili bulamayınca onları harekete geçirmek için kendi yöntemini uygular. kuş uçmaz kervan geçmez yolda artık reklam bile verilmeyen çürümeye terk edilmiş panoları kiralar ve olaylar gelişir.
..
bu sert ve duygularını belli etmeyen 'nemrut'  kadının aslında yumuşacık bir kalbi olduğunu daha filmin başında ters dönüp debelenen hamam böceğini düzelttiğinde gözümüze sokuyor aslında mr. mcdonagh. 
bunun tersine kendi evinde peder ile girdiği sert diyalog ve verdiği çarpıcı örnekler ise son zamanlarda izlediğim en iyi sahnelerden biriydi. 
keza tutuklandığı sırada karakolda adeta birbirlerinin damarlarına basarken polis şefinin hastalığı nedeniyle yüzüne kan tükürmesi sonucu birden anaç bir tavır sergilemesi, kanlı bıçaklı bir durumda aniden melekleşmesi falan filmin alçalıp yükselen altı çizilesi sahnelerinden biriydi.
film sizi en başından kavrayıp bir yöne giderken aniden başka bir yere götürüyor. bu şekilde bir kaç tane ters köşe sahnesi var. bu da filmi daha izlenir kılıyor kanımca. elbetteki oeeh, burası olmamış, şurası çok zorlama olmuş (annesi ile kızın son konuşmasındaki tecavüz diyalogu mesela) dediğimiz sahneleri var ki o kadarı kadı kızında da oluyor.

ama ve mesela sam rockwell (dixon rolünde) bir adam var. bayan mildred ile birlikte alıp götürüyor filmi. müthiş bir oyunculuk sergilemiş. filmde ayrıca tyron lannister süprizi var! yine true dedective'den tanıdğımız woody harrelson da var. 
dolayısı ile oyunculuklar çok, çok iyiydi. senaryo ve kurgu da iyiydi bence. 
şöyle ki; filmin çok hareketli bir akışı olmasa da hani deyim yerinde ise tuvalete  yahut çay demlemeye gitmene izin vermiyor. su gibi akıyor. ha'bir de müzikleri de ayrı bir güzel. hakkını verelim şimdi.

amma ve lakin ; filmin sonunu mutlu ya da mutsuz bitirmemek, ucunu açık bırakmak gelenek haline geldi artık son zamanlarda. bu filmimizde de öyle oldu.
ha böyle bir son beni rahatsız etti mi beni? açıkçası etmedi. keyifle izleyip keyifle sonlandırdım. sonra da aklımda kalanları buraya yazdım.
notum; 8/10



10.02.2018

the square (2017)



tuhaf, zaman zaman dumura uğratan bir film!
gidişatı, meseleyi parça parça hatta kopuk kopuk ele alışı lakin ağır ağır giderken birden şahlanması diyorum, enteresan.
kokteylde maymun taklidi yapılan sahne efsane olmuş mesela.
önce insanların bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın tepkisizliği!
sonrasında bir kişinin cesaret etmesiyle toplumsal lince giden vahşi bir adalet duygusu.

yönetmen sanki zıtlıklar, olumsuzluklardan üzerinden olumlu düşünmeye itiyor gibi.
misal yukarıdaki sahnede "maymunlaşıp, hayvanlaşan" insanın arsızlığı ve edepsizliği işlenirken başka bir sahnede gerçek bir maymunun sergilediği medeni davranışları göstererek bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor.

tabi filmin süresi uzun olunca film içindeki metaforlar da, alt mesajlar da aynı oranda çok oluyor.
film daha çok elitistleri vuruyor gibi gözükse de aslında toplumun her kesimindeki bencilliğe, ön yargıya, iki yüzlülüğe göndermelerde bulunuyor.

yine hayatın içindeki sıradan detayların altını çiziyor danimarkalı yönetmenimiz.
misal senden yardım isteyen dilencinin yardımına muhtaç olman gibi.
ya da çöpe attığın değersiz dediğin nesnenin gün gelip bir anda aranılan şey olması.
yahut  iyi niyetle yaptığın, o an için iyi olduğunu düşündüğü eylemin sonradan ne kadar kötü olduğunun farkına varman gibi.

yer yer kopukluğuna ve bazen gereksiz uzayan detaylarına rağmen ben ilgiyle ve sonuna kadar merakla izledim.

son tahlilde seveninin çok olacağı gibi sevmeyenlerinin de olacağını düşündüğüm bir hiciv filmi diyebiliriz kare için.


3.02.2018

roman j.israel, esq. (2017)



denzıl, denzıl, denzıl adamım benim. seviyorum seni.
o nasıl rol yapmaktır öyle.
o nasıl bir bütünleşmektir karakterle.
o,o, o nasıl bir oyunculuktur öyle. sokayım amerikasına da, kapitalizmine de sana bir şey olmasın diyesi geliyor insanın. dedim de zati...

asıl adı; roman. mesleği; hukukçu. müzmin bekar. nev-i şahsına münhasır. sıra dışı bir karakter. amma ve lakin gönlü ve davası büyük.
zira o, bir dava, bir gönül adamıdır.
çocuk yapmayıp kariyer yapan, ipodunda 8.000 şarkısı ve müthiş bir hafızası olan avukattır sizin anlayacağınız. 
aynı zamanda okyanus kenarında yunusları seyretme hayali olan bu duygusal adamın adalet sistemini temelden değiştirecek devrimci fikirleri de mevcuttur.  elinden hiç düşürmediği on ton ağırlığındaki koca çantasında taşımaktadır bu fikrini. fakat bu iş o kadar kolay değildir.
o yüzden taşın altına elini beraber sokacağı zeki ve çalışkan bir ortak aramaktadır.
bu ortak elbette, her zamanki şehirli züppe ve serin tavırlarıyla colin farrel’dan başkası değildir. yalan yok şimdi, denzel kadar olmasa da o da rolünün hakkını verenlerden.

roman’a dönersek; aslında idealleri, ilkeleri ve ahlaki değerleriyle bu dünyaya bir numara büyük gelen bir don kişot'tur kendisi. mazlumun yanında, zalimin karşısında beyefendi ile şövalye arasında bir yerdedir!
lakin günümüz dünyasının acımasız çarkları roman’ı da içine almakta gecikmez. hayat çünkü biz planlar yaparken başımıza gelenlerdi. yıllardır çalıştığı büronun sahibi ölünce, sudan çıkmış balık gibi ortada kalan roman savunduğu ilkelerle yürüyen, öğüten sistem arasında sıkışıp kalır.
nihayet, deniz yıldızlarını ve sahip olduğu tüm değerlerini bir saniyede kumsala fırlatıp şeytana pabucunu ters giydirir.  ne var ki, hızla içine girdiği bu kapitalist dünyayla kan uyuşmazlığı yaşar. zira özü burada kalmayı reddeder. maya'sı sağlamdır! orada fazla kalmasına izin vermez. ama...
ama işte,  her şeyin, her hatanın bir bedeli vardır. gerçi roman için artık acısa da fark etmezdi.
öyle de oldu...
fakat yazık oldu..
.
hülasa-ı kelâm; hayatı, hukuku, sistemi sorgulayan başarılı bir yapım.
benim puanım, 8/10.




6.01.2018

I Don't Feel at Home in This World Anymore (2017)



bir yanda yüzüklerin efendisi elijah wood. öte yanda melanie lynskey.
sonuç; eğlencelik, hoş bir kara komedi.
aslına bakılırsa trajikomik bir hikaye. gülüyoruz ağlanacak halimize.
.
kahramanımız hemşire ruth  tam da bunu anlamamaktadır işte.
ulan zaten yaşayıp göreceğimiz üç otuz dünya. sonunda hepimiz toprak olup gideceğiz. bunun için bu kadar bencilliğe, vurdumduymaz olup çevreye ve diğer canlılara zarar vermenin alemi ne? diyor. anlamıyor. anlayamıyor. 'hasta' oluyor.


çift egzostan gökyüzüne salınan zehirler, sokaklara çöp atmalar, gezdirdikleri hayvanların pisliklerini ortada bırakmalar, markette, otoparkta bencilce ve saygısızca davranışlar çıldırtıyor ruth'u. üstüne bir de evi soyulunca. iyice çileden çıkıp süper starımız ajda'ya meydan okuyor.
bu benim dünyam değil diyor.
contayı yakıyor.
polis bürokrasisinden bunalıp suçluya haddini kendi bildirmek istiyor. yanına da tuhaf hareketleri olan, ninja komşusunu alıp başlıyor hırsız polis oynamaya.
.
son tahlilde; güldürürken, ince mesajlar veren, finale yakın tarantino havası estiren ama ve lakin finalde hollywood sendromundan kurtulamayan bir amerikan bağımsızı film.
izlenir mi?
izlenir. hatta not bile verilir. 7/10.
evet.




5.01.2018

hinterland



o bir ada güzeli. bir birleşik krallık polisiyesi. galler kırsalının hikayesi.


polisiyeleri, mini dizleri ve bbc yapımlarını seviyorsanız. tam yerine denk geldiniz!
pastoral güzellikler, değişik kamera açıları cabası.

ben yaklaşık bir haftadır, akşamları hap niyetine alıyorum. hatta özlenen sevgili gibi bir bölüm daha izlemek için akşamı zor ediyorum. o derece.

polisiyeleri bu kadar çok severken diziye bu denli geç tesadüf etmem. benim ve netflix’in şansızlığı. diziden radyo z sayesinde haberim oldu. iyi ki de oldu.
.
esas adamımız baş müfettiş tom mathias; geleneği bozmuyor. benzeri karakterler gibi işinde çok başarılı ama evinde başarısız. tabi geçerli nedeni var. hayat, kader, şans. artık adına ne derseniz. ruhu incinmiş, yüzü melankoli satan, geçmişinden kaçan, bir tutunamayan o. elinde bir tek, en iyi bildiği ve yaptığı işi kalmış. hayata da bununla tutunmaya çalışıyor. çalışkan, zeki, pratik, vicdanlı, uykusuz, kontrolsüz, agresif, kendinden kaçak bir birey.

mared rhys; üç kişilik yardımcı ekibin en yeteneklisi. mathias'ın 1.yardımcısı. ve bölgeyi iyi tanıyan biri! hal ve tavrından o'nun da bir hayat kırgınlığı olduğunu seziyoruz. fakat şimdiye dek izlediğimiz toplam 2 sezon 6 bölümdür ne olduğu ortaya çıkmadı. kızıyla yaşıyor. arada anne ve babasını görüyoruz. hırslı, duygulu, vicdanlı. dürüst. gerçekçi. kuralcı.


ekibin patronu var bir de. brain prosser; beyaz saçı ve beyaz gömleği ile arz-ı endam ediyor genelde. ekipteki herkes gibi o'nun da suratı pek gülmüyor. hatta mathias ile suratsızlıkta yarışıyorlar.
öte yandan, her bölüm bir cinayet çözülüyor. ama ben bu adamı çözemedim arkadaş. senarist yahut yönetmen de özellikle bunu istiyor sanırım. haneke gibi sinir uçlarımızla oynuyor. adam her an bir bomba patlatacak gibi yahut geçmişindeki büyük bir günahı saklar gibi bakıyor. 

kokusunun çıkması an meselesi. 
izliyoruz..