le havre (2011)

 bilader'in seçmiş olduğu ve hatta benim için üşenmeyip filmin önünü arkasını yazıp kritiğini de yaptığı bir filmle karşınızdayım sevgili dostlar, aziz helsinkililer.. aslında film değil yönetmenle karşınızdayım desem daha doğru bir ifade olur. yanılmıyorsam seyrettiğim ilk filmi bu aki kaurismaki'nin. burayı takip eden az sayıdaki izleyicinin büyük bir çoğunluğu muhtemel biliyordur bu ismi. ben yeni tanıştım bu mümtaz şahsiyetle. iyi ki de tanışmışım.. öyle ki çıkardığı bütün filmleri izlemek için söz verdim kendime. şahit olun...

.
filme gelirsek yine yönetmen üzerinden anlatmadan yapamayız. çünkü aki (hemen de samimi oluruz böyle. biz akdenizliyiz adam kuzeyli soğuk nevalelerden biri. eşyanın tabiatına aykırı bu durum lakin işin içinde sinema, edebiyat varsa sınır yoktur) renklerle oynamayı çok seviyor. biladerin önerisiyle film önünü ve arkasını izllediğim eleştirmen mehmet açar (ki okuduğum, izlediğim tek sinema eleştirmeni hatta çok beğendiğim okur okumaz kendimi tutamayıp mail attığım kibarca karşılığını da aldığım çok uzaklarda bir yaz  kitabınında yazarıdır kendisi) ve "yancısı" alin taşçiyan bahsetmiştir belki ve ben kaçırmış olabilirim ama dedektifin adının monet olması ve renklerin bu kadar canlı ve net olması sanki monet'e gönderme gibi. kaldı ki eleştirmenler, çocuğun dedesinin  adı olan muhammed salih isminin çadlı yönetmene ait olduğunu ve ona saygı mahiyetinde kullandığını söylüyorlardı film önünde. keza marcel'in soyadının max olması karl max'a gönderme olduğu gibi. sevdiği ne kadar kişi isim varsa doldurmuş filmine. muhtemelen hastane odasında okunan franz kafka'da bunlardan biridir. 

filme gelemedik. 

renkler, anlar, bakışlar.. evet.


bir konteyner sahnesi var ki aslında şimdiye değin bir kamyon laf ederken bu sahneyi yazmak için ayrı sabırsızlanıyordum. le havre limanında içinde göçmenlerin olduğundan şüphelenilen bir konteyner önünde polis ve sağlık ekipleri ile birlikte biz de endişyele bekliyoruz. dedektif monet umutsuzca soruyor, canlı çıkabilirler mi diye. yeterli su ve oksijenleri varsa ve biraz da şansla olabilir diyor beriki görevli.
nihayet konteyner kapağı yavaşça açılıyor ve dünya sanki bir kaç dakikalığına duruyor. göçmenler sağ ama yakın çekimde de görülüyor ki (konteyner açılmadan aralarında konuşan iki işçinin dediği gibi) adeta "yaşayan ölüler." hani hangi milletten olursa olsun "ben insanım" diyen birinin vicdanını, kalbini, ciğerini, böbreğini, dalağını insani duyguları neredeyse işte orasını sıkacak, rahatsız edecek bir görüntü bu. hatta iddia ediyorum en azılı yabancı düşmanlarını bile yumuşatacak bir görüntü.(tabi insanlık vasfını kaybetmemişlerden bahsediyorum yoksa ırkçılar bu bahsin konusu olamaz) 

her ne kadar on beş yıldır kendi çapımda buralarda ve yan tarafta edebiyat parçalıyor olsam da görselliğe her vakit öncelik ve önem veren bir fani olarak bir saniyelik görüntünün bin sayfalık açıklamadan daha etkili olduğunu, bu anlamda da sinema sanatının tüm sanatların babası, anası ya da atası yahut lokomotifi olduğunu söylemeden edemeyeceğim. söz uçar, yazı kalır görüntü ise değiştirir diyerek kendi tarihimize şerh düşelim.

.

filme dönelim.
dedim ya renkleri, sekansları hafızamıza kazıyor. ince mizahi ile gülümseten bir adam sevgili aki ( kanka da olurum böyle bir anda) misal filmin başındaki elinde boya sandığı ve mavi gözleri ile biz de istasyondaki yolcunun boyalı ayakkabılarına yoğunlaşıyoruz.  keza ayakkabın dükkanının önünü kapattığı, ayakkabı boyadığı sahnede çirkinleşen dükkan sahibine biz meslekdaşız demesi.. otobüse binerken otobüsün basamağındaki sarı ışık sonra.. sarı rengiyle bir derdi mi var acaba dedirtiyor. ölümü bekleyen marcel'in karısının sarı elbisesini istemesi sonra..

ha bir de marcel'in kuzguncuk'tan hallice bir mahallesi var.
fırıncı yvette, isimsiz bakkal sanki le havre'de değil istanbul'un kenar mahallerinin birindeler. baştan çulsuz marcel'e yüz vermeseler de iş yardımlaşmaya, gerçek ihtiyaca gelince elde avuçta ne varsa yardıma koşan güzel insanlar var. çocuğunun bisiklet parasını kendisiyle aynı yoldan geçmekte olan hiç tanımadığı biri için veren chang var sonra. arada elbette bozguncu, hasis ve haris ispiyoncu komşular olacak. lakin sonunda iyilik kazanacak..

.

umuda yelken açan filmler yaparmış aki, bilader'in yalancısıyım.
bu filmde de öyle yapmış. amma ve lakin filme dair tek eleştirim bu olacak. bize kesin öleceğine inandırdıkları marcel'in karısının muhteşem bir mucize ile iyileştirilmesi bizim yeşilçam filmlerinde araba çarpıp kör olan birinin sonra bir tokatla gözlerinin açılması gibi oldu biraz. hatta ilk önce marcel'in kendi kafasında iyimser görüşüyle hayal ettiğini düşündüm bu mucizevi iyileşmenin. taksiyle evin önündeki sahneye kadar da öyle sandım. karısı yemek yapınca bir hayal kırıklığı oldu ben de. evet mutlu son sevmiyorum doktor.. 

son tahlilde ama renkleri ile müzikleri ile hissettirdikleri ile ve elbette mesajıyla sevdim filmi.
çok sevdim.
evet.