in den gangen (2018)

 


sahurdan sonra uyku tutmadı. sabahın yedisinde mubi açtım. daha evvel yarım mı bıraktığımı yoksa hepsini mi izlediğimi bilmediğim alman filmini açtım. alman filmlerini seviyorum. hollywood'daki gibi yapaylık hissedilmiyor. adamlar her işlerinde olduğu gibi sinemada da ciddi ve gerçekçiler. bu sahiciliği seviyorum sanırım.

filme gelince; sıradan hayatımızın sıradan zamanlarına fokuslanmış adeta. bu bakımdan hoşumuza gitmeyebilir belki. bir de üstüne ağır ilerliyor. sanırım ilk izlememde bu yavaşlıktan sıkılmıştım. ama bu kez oturdum usul usul izledim. forkliftçi christian'ı , tatlıcı marion'ı, karpov bruno'yu tanıdık. 
bir süpermarkette çalışan bu üçlünün arkadaşlarıyla birlikte döndürdükleri sistemin çarklarında hayata tutunma çabalarını izledik. arada imkansız bir aşka tanık olduk. kâh sessiz kaldık. kâh hüzünlendik. ağır ilerleyen hikayenin sonunu merak ettik.

lakin filmin başında suratsız bruno’yu sevmedim. yine de hayat kavgası sigarasız olmuyor lafını bir kenara not ettim. gerçi sonunda da hüzünlendirdi bizi. fena adam değildi dedirtti.
öte yandan filmin diğer demirbaşı olan naif, kendi halinde süklüm püklüm gözüken, az konuşan çaylak christtian’ı sevsem de bir tuhaflık var gibiydi. bu sırrı çözmeyi ilerdeki sekanslara bırakıp henüz kadraja giren tatlıcı marion garip çekiciliğine odaklandık. sonra da hep bir şey olacak hissiyle ağır ağır, sindire sindire ilerledi film. 
ha oldu mu bir şey?
öyle büyük bir şey olmadı tabi. sade, küçük, sıradan hayatların olduğu kadar neşe, hayal kırıklığı ve hüzün vardı elbette.
ve finalde; bir forklift sesinde okyanusu duyumsayabilmek pollyannacı abi ve ablaları ne kadar umut ettirdiyse bizi de o kadar ümitlendirdi. 

son tahlilde ve belki de her bünyeye uymayacak, sıradan hayatın inceliklerini usul usul bize izlettiren ortalama bir film olarak kişisel sinema tarihime not düştüm efendim.

iyi seyirler..